31 Mayıs 2014 Cumartesi

Şemsiye 21 ( Vuslat )


   Güzel bir mayıs ayı… Bir kavuşmanın hikâyesi ve ilk kez tanışmanın tüm şehirle…

            Sabahın erken saatleriydi. Genç kız erkenden kalktı. Ne de çok beklemişti bu günü, ne kadar da hayal etmişti tam da böyle kalkıp ona gideceği saati… Alelacele çıktı dışarı. Bir saniye bile vakit kaybedemezdi. Sakarya daha yeni hazırlıyordu kendini aydınlığa. Esnaf yavaş yavaş açıyordu kepenklerini Çark Caddesi’nde ve bir güvercin uçuyordu yalnız başına. O da kuş olup uçmuş, bir çırpıda Adapazarı tren garına gelmişti… Biletini aldı. Trenin gelişini beklemeye koyuldu 5. Yolun önündeki bankta. Garları oldu olası severdi hep. Ayrılıkları değil de kavuşmaları canlandırırdı gözünde… Dalmışken böyle trenin sesi ile irkildi. Bir müddet bekledikten sonra cam kenarında bir yere oturdu.  Sapanca idi gideceği yer. Aylarca sevdiği adamın gelmesini beklemişti ve işte kavuşma vaktiydi şimdi. Sapanca’yı seçmişlerdi ki şahit olsun bir aşka. Mavi şahit olsun… Yeşil şahit olsun… Gökyüzü kucaklasın onları… Bir şiir düştü diline mırıldandı kendi kendine.

Sana geliyorum yalnızlıklardan
Yürüdükçe hicran gülüyor gibi
Yüreğimde dağlar yükseldi kardan
Vuslat, ağır ağır ölüyor gibi

Kısalan yolların uzadığını
Kulağıma fısıldıyor her diken
Mehtabına gömdüm hayal çağını
Senden geliyorum sana gelirken…

 Daha önce hiç gitmemişti Sapanca’ya. Yalnızca şehirlerarası yolculuklarda görüyordu yolun kenarına uzanmış gölü… Tren hareket etmeye başladı. Genç kız kalbine bastırdı tam da bu anda elleriyle. Heyecandan ölecekti sanki. Dayanmalıydı… Mithat Paşa, Arifiye, Uzunkum… Sapanca’ya varmak üzereydi. Heyecanı da aynı anda ivme kazanıyordu.
Saat sekizi yirmi geçiyordu. Güneş yükseliyordu… Ve işte sekiz yirmi iki; Ân itibari ile Sapanca, hemen sağ tarafında… İndi, bekledi henüz kimsecikler yoktu etrafta. Uzaklardan kim gelse o sanıyordu. Hemen ayağa kalkıyor, sonra o olmadığını anlayınca gerisin geriye oturuyordu. Birden yüzü aydınlandı, eli ayağına dolaştı, ne yapacağını bilemiyordu. Ne diyecekti? Merhaba mı? Hoş geldin mi? Sustu, hiçbir şey diyemedi. Ve O iyice yaklaşmıştı. Zaman dursun istedi o an. Yelkovanı tutmak istedi ki biraz daha izlesin onu uzaklardan gelirken kendisine doğru. “Selâmün aleyküm” dedi genç adam kadife gibi sesi ile. “Allah’ın selamı sana olsun güzel kız.” “Aleyküm selam” diye cevap verdi kız. Sesi titremişti, yanakları al aldı. İlk kez böyle bir şey yaşıyordu. “Yürüyelim mi?” diye sordu adam sağ tarafındaki Sapanca’yı göstererek. Olur, manasında başını salladı kız.
            Bir müddet sessizce Sapanca’ya doğru yürüdüler. Sessizliği genç kız böldü. “Bitti değil mi sonunda ? dedi. Bitti hasret…” “Evet, bir daha ayrılmamacasına… Sensizlik çok kötüydü. Buz tutmuştu sanki yüreğim. Üşüyordum ve ısıtmıyordu beni güneş…” Kaldırımlar kayıp gidiyordu ikisinin de ayaklarının altına. Genç kız huzuru bulmuştu sevdiği, beklediği, özlediği, adamın yanında. Onca acıya değmişti işte sonunda…
Hava oldukça güzeldi. Güneş parıldıyordu gölün üzerinde ve karşı tarafa bakıldığında insan yeşile doyuyordu. Sapanca’ya gelişi ilkti genç kızın ve çok daha iyi anlıyordu neden sevdiğinin burada buluşmak istediğini… Büyülenmişti… Gölün hemen kıyısında kayıklar vardı. Biraz ileride süt mısır satan satıcılar ve gördükleri çiftlere gül satmaya çalışan yaşlı teyzeler… Yanık tenli çocukların çıplak ayakla kendileri çalıp oynadıklarını da görmek mümkündü, kimseciklere aldırmadan… Biraz yürüyünce İzmir lokması satan bir tezgâh vardı. Bozuk bir yazıyla Arapçası da yazılmıştı. Adam gülümseyerek kıza “lokma yer misin?” diye sordu. Kız da aynı şekilde gülümseyerek “hem de nasıl” dedi. Genç kız vakit geçirdikçe heyecanı iyiden iyiye azalmıştı. Daha rahat konuşuyor, daha rahat kendini hasretini o yokken yaşadıklarını ifade ediyordu. Neden bilmiyordu sesi rahatlatıyordu genç adamın. İçine işliyordu sanki...
Sapanca’ya nazır bir banka oturdular. Martılar ötüşüyor, rüzgâr yüzlerine vuruyordu… Saatlerce konuştular. Göğe bakıp hayal kurdular… Bir türlü doyamıyorlardı birbirlerine… Zamanın nasıl geçtiğini anlamadılar bile. Sapanca yoldaş oluyordu onlara sarıp sarmalıyordu. Güneş bulutların ardına gizlenmiş, rüzgâr hızını arttırmıştı. Dalgalar kıyıyı aşıyor kaldırımları ıslatıyordu. Anladılar ki veda vakti geldi. Sapanca yalnızlığı istiyordu gün boyu yorulmuştu belli. Bir hüzün çöktü ikisine de. Kalktılar oturdukları yerden. Adam durdu birden. Kızın gözlerine baka kaldı. Bir şey çıkardı cebinden. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Usulca uzattı kıza elini. Bir kolye sallanıyordu parmak uçlarından. Kar tanesi şeklindeydi. “ Kış günlerinde tek yoldaşımdı” dedi… “Ona bakıp seni andım. Seni özledim. Tekrar ve tekrar sevdim. Hep bu anı bekledim. Gözlerinin yeşilinde kaybolmayı… Genç kız sevdiği adamın gözyaşlarını biriktiriyordu avuçlarında. Hiçbiri düşmemeliydi yere. Çamurlara bulanıp da kirlenmemeliydi. Ve o da dayanamamıştı bırakı vermişti yaşları boşluğa. Ağlamıştı. Rüzgâr vurdukça yanakları üşüyordu. Sapanca da ağlıyordu. Bir efsanenin meyvesiydi o… Bir dervişin kırılan gönlünün eseriydi. Susun, ağlamayın dercesine haykırıyordu sanki dalgalarıyla…
Genç kız ve genç adam yavaşça uzaklaştılar gölün kıyısından. Güneş batıyor ve Sapanca içine kapanıyordu… Kayıklarıyla, balıklarıyla, gün batımıyla, kuşlarıyla bir türkü tutturuyordu koca Sapanca…
Geldikleri yolu takip ederek geri döndüler. Sapanca geride kamıştı. O ağlıyordu, gökyüzü ağlıyordu. Yağmurlarla uğurluyordu iki sevdalıyı. Bir kavuşmaya ev sahipliği yapmıştı tüm alımıyla. İki aşığı ağırlamıştı esen rüzgârlarıyla. Sapanca yine kendine düşeni yapmıştı. Genç kız son kez ardına baktı. Artık soluğu burada alacaktı, kararlıydı.
Buruk bir tren yolculuğunun ardından vuslat hasrete dönüşmüştü birden. El salladılar birbirlerine. Kalabalığına karıştılar Sakarya’nın…

                                                                                                       
                                                                      




28 Mayıs 2014 Çarşamba

Şemsiye 20 ( Tarçın Kokusundaki Kuş )

Canım çok yanıyor. Düşünsem daha çok yanacak biliyorum dedi genç kız.

Genç adam cevap verdi: Sormam neden diye. Çünkü deşmek istemem. En azından burada... En azından şimdi… Belki bir gün, bir yerde elma çayı içersek sorabilirim.

Salep... Salep içmeyi severim. Çok severim hem de. Hani o tarçın kokusu, hani o tatlı sıcaklık... Belki bir deniz kenarında ahşap bir bankta anlatabilirim her şeyi. Kimsenin bilmediği yangınlar taşıyorum içimde. Anlatsam da sönmeyecek biliyorum. Teselli edilecek bir tarafı yok yaşadıklarımın. Hayat kısa, kuşlar uçuyor ya hani. Bir kuşun kanadına binip göğe yükselmeyi istiyorum. Şu acımasız insanlardan uzaklaşmak… Bir cami pervazına konduğumda işte o zaman anlatmak mümkün olabilir belki her şeyi... Beklersen beni o bankta. Beklersen her şey pahasına…

Gülümsedi adam. Ve bir kuş geldi genç kızın ayakucuna. Kaybolup gitti kanatları arasında…


zifiRi




25 Mayıs 2014 Pazar

Şemsiye 19 ( Bir Söğüt Sessizliği )

Biliyor musun Söğüt geçenlerde kâğıttan gemi yapmayı öğrendim. Kolaymış aslında. Yağmur yağsın, yüzdüreceğim gördüğüm ilk su birikintisinde. Mutlu olacağım böylece. Hep büyük şeylerle mutlu olunmaz ya. Yeter bu da bana. Sahi Söğüt, gölgende kimler mutlu oluyor senin? Seni en çok kim seviyor bu bahçede? Her kış yapraklarını özlüyorum mesela ben. Sınavdan sınava koştururken senin dallarının arasına sığınıyorum. Bir yıl sonra gideceğim. Beş yılın ardından son bulacak birlikte ettiğimiz bu içli sohbetler. Sonra başka birileri oturacak oturduğum şu banka. Beni unutma olur mu? Ben seni özleyeceğim. Seni niye sevdim biliyor musun? Çok mütevazısın. Dallarının her daim boynu bükük. Dua eder gibi. Ben de çok dua ettim sen misali Boynumu büktüm, gözlerimi kapattım yalvardım…
Gitmeyi düşündüm. Kaçmayı birilerinden. Sonra dedim " Gitmek kolay, peki ya sonrası?" Sonrası meçhul. Nasıl bir gelecek bekliyor beni bilemiyorum. İşte acizliğim capcanlı dikiliyor karşıma bu esnada.  Kaygılarım her daim var.  Anı yaşamak! En güzeli. Arkama yaslanmayalım belki. Tüm olumsuz düşünceleri geçmişi geleceği bir kenara atmayalım. Kulaklığımı takıp en sevdiğim ezgileri dinlemeliyim. Notalar beni tesiri altına alsın…
Daha çok yazmalı, daha çok okumalıyım. Bir yıl daha güzel günlerimiz olmalı seninle.  Gölgende ağlamak yerine gülmeliyim. Evet, bunu yapmalıyım.  Senin yerin ayrı fakat sığınacağım başka birini bulmalıyım. Sen daha iyi bilirsin. Bir nar ağacı mesela. Küçük dalları arasında büyük bir hayat. Ne dersin? 
Ah söğüt! Öyle suskun durma. Dedim ya senin yerin ayrı diye. Küsme bu yüzden bana. Seninle olgunlaştım ben biliyorsun. Elbette arada ziyaretine geleceğim. Sen de söz ver buraları bırakıp gitmeyeceksin asla. Geldiğimde seni bulacağım. Gelmem zaman alabilir ama. Kapıldığım rüzgârlarla başa çıkmam lazım önce. Geri geldiğimde yine gölgende oturup, gözlerimi kapatacağım. Ve gülümseyeceğim…

*Sakarya İlahiyat Fakültesi’ndeki Söğüt ile hasbihal ederken…


ZifiRi


18 Mayıs 2014 Pazar

Şemsiye 18 ( Menekşe Hüznü )

Ellerim kırmızı kalem lekesi.
Tıpkı çocukluğumdaki gibi.
Gözlerimde bir menekşe hüznü.
Zamanın uğramadığı tek yer gözler.
Ne zaman aynada baksam gözlerime, çocukluğuma varıyorum.
Akşam ezanından sonra eve koşturan, elleri kınalı, saçları örgülü minik kız çocuğunu görüyorum.
Sonra yüzüme kayıyor bakışlarım.
Saçlarıma...
Değişmiş.
Hayat telaşı sarıp sarmalamış.
Büyümüşüm evet.
Kaf dağına çıkabilirim artık.
Zümrüdü Anka ile tanışabilirim.
Uzak diyarlara bir başıma gidebilirim.
Bir başıma yalnız kalabilirim.
Havai fişek gösterisi izleyip bir teyzenin poşetlerini taşıyabilirim.
Kötü insanlarla başa çıkabilirim, evet.
Büyüdüm ya ben, uçabilirim.
Kozamdan çıkıp mavi bir kelebek olalı çok oldu.
Çok oldu göğe kanat çırpalı.
Günler geçti fakat ben ölmedim.
Yağmurlar yağdı üzerime, ıslandı kanatlarım.
Gidenler geri de gelmedi.
Ömür kelebek misali. Bir uçuş mesafesinde.
Bir gelincik çiçeği nezdinde.
Ömür diyorum.
Ömür bir göç nezdinde...

zifiRi



8 Mayıs 2014 Perşembe

Şemsiye 17 ( Yüreğimin Engelleri )


"Aslında Biz Siz'iz" dedi güzel çocuk. " İçinizden biriyiz. Hem nasıl ki kırmızı ile al aynı manaya geliyorsa kör ile görme engelli de aynı anlam. Bu yüzden rahat olun ben hiç üzülmüyorum çünkü kendimi tanıyorum, eksikliklerimi biliyorum."

Gözlerim dolu dolu dinlerken her hücrem birbirinden bağımsız binlerce çığlık atıyordu. Bir şeyler kopuyordu içimde. Kendi acizliğim yüzüme çarpılıyordu tokat gibi...Sonra işitme engelli bir genç kız çıktı sahneye,annesiyle. Hep gülüyordu. Özlemdi adı. Koca bir tebessümdü onun sesi. Harfleri işaretlerdi. İşaret dili kursunda ilk maviyi öğrendim. Çünkü onların hayatı mavi kadar ferah. Bizim bilmediğimiz çok güzel bir dünya. Tam yüreklerinde! Onların ne kulaklarında ağırlıklar ne de gözlerinde perde var. Gönül ile işitip gönül ile görüyorlar. Biz ise sadece bakıyoruz. Görmek nafile. Sadece bir takım sesler geliyor kulaklarımıza işitmiyoruz.Hayatın zorluğundan şikayet ediyoruz. Oysa Huzeyfe (yukarıdaki güzel cümleleri kuran güzel çocuk) diyor ki; "Nasıl yürürsem daha az düşeceğimi öğrendim en başta. Ve aileme yük olmamayı, kendi başıma yaşamayı."
Ben! Peki ben her gün kaç kere düşüyorum gönlümün merdivenlerinden? Neden şu koca güneşe rağmen her şey bu kadar karanlık? Yalnızım diye mi? Param yok, istediğim kıyafetler yok, yine sevdiğim yemek yapılmadı diye mi? Ya da her pazartesi erkenden okula/işe gitmek zorunda kaldığım için mi? Onlara yürekleri ile aydınlanıp parmakları ile görürken, ben gözlerime kulaklarıma tüm bedenime kısaca nankörlük ediyorum.Hiç düşündünüz mü bir köre rengi nasıl anlatabileceğinizi? Bir filmde izlemiştim çocuk kör bir kıza renkleri öğretiyordu. Evet, bunu yapıyordu. Beyaz diyordu pamuk veriyordu ellerine. Kırmızı diyordu sıcak bir taş.Hissediyordu sadece...Peki ya sessizliğin hüküm sürdüğü bir dünya nasıl? Sadece suretlerin olduğu...Bilmiyorum.Ama bildiğim öğrendiğim bir şey var. Her şeye rağmen insan bir şeyleri başarabilir. Yeter ki istesin yeter ki inansın. İnanç gerçekleştirmenin yarısı. Özlem'in gülümsediği, Huzeyfe'nin dediği gibi; Başkalarına aldırmayın. Siz kimseniz osunuz. Kendinizi bilin, kendinize inanın! 

zifiRi

6 Mayıs 2014 Salı

Şemsiye 16 ( Savruluş )

Bir dua yükselir semaya.
Avuçlarımdan gözyaşları akar.
Gözlerim yerde…
İncelediğim halının değil hayatın desenleridir aslında.
Bir bulutun içinde saklıdır hayaller.
Uzaklarda… Çok uzaklarda…
Ellerimi uzatırım, boşlukta salınır parmak uçlarım.
Tanımadığım binlerce ses var etrafta.
Korkuyorum…
Korkum kalemime yansıyor.
Yazamıyorum…
Cümlelerim darmadağın.
Bir parça yalnızlıktan alıyorum,
Biraz geçmişten, biraz gökyüzünden.
Özlüyorum.
Sayılı günler geçiyor…
Geçtikçe yeni günler ekleniyor günceme.
Oraya kilitliyorum geçen her günü.
Karanlık bir gece gibi dün.
Güneşler topluyorum ellerim yanıyor.
Rüzgârlar getiriyorum, yaşadıklarım uçuyor.
Kalan resimleri de yırtıp atıyorum.
Gönlüm yağmalanıyor.
Deprem sonrası kalan tek ekmek parçası gibi.
Gölgeler düşüyor peşime.
Saklanıyorum bir yağmur damlasının içine.
Kaçamıyorum…
Yakıcı bir soğuk giriyor Arş-ı Âlâ’da gönlümün yırtıklarına.
Üşüyorum…

zifiRi



Şemsiye 85 ( Gökteki Sarı Balık 14)

YA TAHAMMÜL YA SEFER MUSTAFA KUTLU Tahammüllerimizle yaşıyoruz. Hayatımıza öyle yön veriyoruz. Tahammül etmediğimizde sefer kaçınılma...