21 Aralık 2014 Pazar

Şemsiye 39 ( ...Firarî )

Elbisesinin etekleri yerleri süpürüyordu. Rengi beyazdan griye dönmüş üzerindeki boncukları çoktan dökülmüştü. Kimi yerleri yırtıktı. Sabahtan beri yağmur yağıyordu. Orman iyice bataklığa dönmüştü. Nereye adım atsa çamurlara batıyordu. Saçları da elbisesi gibi griye yakın bir renk almış ve yüzüne yapışmıştı yağmurdan ötürü.Gözleri gözükmüyordu. Dayandığı kalınca  bir sopayla açıklığa çıkmaya çalışıyordu. Nefes nesefe kalmıştı. Yağmur daha da şiddetle yağıyordu. Çıplak ayakları üşüyordu. Tam patika yola çıkmışken durdu bir  anda. Saçlarını gözlerinin önünden çekti ve gözlerini kısarak daha da net  görmeye çalıştı karşısını. Şaşkındı. Aklı almıyordu. Hoş bu cümle  hiç de ona uygun değildi. Aklı zaten uzun bir müddettir onla değildi ki. Arada bir gelir, geçmişi  hatırlatır giderdi. Neyse sırası değildi şimdi bunları düşünmenin. Kimdi bu? Gözü bir yerden ısıracaktı ama çıkaramıyordu bir türlü. Yolun karşı tarafında bir ev vardı. Üç katlıydı. Arka tarafı ormana bakıyordu. Evin çatı katında  bir çift göz ona bakıyordu işte. Camın tam önünde yeşil bir koltukta oturuyordu. Üzerinde kapşonlu bir hırka vardı. Kapşonu başına geçirmişti. Bir kız mıydı yoksa erkek mi? Ayırt etmekte zorlanıyordu. Bu ev yıllardır  boştu. Kimse gelip  gitmezdi. Peki kimdi  bu? Neden böyle bakıyordu kendine? Tanışıyorlar mıydı geçmişten? Eve biraz daha yaklaştı. Koltukta oturan kişi ayağa  kalktı pencereyi açtı ve evin terasına çıktı. Başını gökyüzüne kaldırdı. Yağmur damlaları yüzünü delip geçiyordu sanki. İçine işliyordu adeta.  Bu bir kızdı. 20li yaşlardaydı. Üzerindeki kıyafet iki beden büyüktü. Tekrar bakışlarını yaşlı kadına  çevirdi. Yüzünde ürkütücü bir gülümseme  vardı. İster istemez geriye doğru bir  kaç adım attı yaşlı kadın. Ama ondan uzaklaşamıyordu.  Krem rengi mermer korkulukları sıkıca kavradı ve kendini aşağı bıraktı kız. Gözlerini sıkıca kapadı yaşlı kadın. Sanki kapatınca onu durudurabilecekmiş gibi. Bir kaç saniye sürdürdü bunu. Tam yüzünde bir sıcaklık hissediyordu. Bir nefes. Ne kadar zaman olmuştu bir insanla bu kadar yakınlaşmayalı? Otuz yıl? Kırk yıl? Belki de daha fazla. Yavaşça gözlerini araladı. Kız tam karşısında  durmuş onu seyrediyordu. Korktu. Arkasını döndü ve gücü  yettiğince koşmaya başladı. Yaşlı zavallı bir kadın ne kadar hızlı koşabilirse o kadar hızlı koşuyordu. Onun  gözlerinde bambaşka  bir şey  vardı.  Görmemesi  gereken bir şeyi, kendisini görmüştü! Kız da onun arkasından koşuyordu "Dur! Kaçma. Daha ne kadar kendinden gençliğinden kaçabilirsin. Sen tam bir korkaksın. Kaçma dedim sana!" Yaşlı kadın önde gençliği arkada ormana doğru ilerliyorlardı. Kız bir çırpıda yetişti ve yapışıverdi koluna. "Tam 43 senedir kaçtığın yetmedi ha? Aklını yitirdin. Kalbini  yitirdin. Hayallerini, aileni,  sevdiklerini... Şu haline bak bir. Perişan haldesin. Geriye gözlerin kalmış sadece  bana benzeyen. Gerisi  harabe. Ne oldu da gitmedin buralardan? Hâlâ neden gelip gençliğinde hep oturduğun ve ormanı seyrettiğin koltuğa bakıp duruyorsun? Güzel  günlerdi değil mi?"
Yaşlı kadın daha fazla dayanamadı ve oraya yığılı verdi... Genç kız ıslak toprağa oturdu ve kadının başını dizlerine koydu. Saçlarını okşadı. Bir kaç damla gözyaşı düştü yaşlı kadının çizgilerin bir hikâye yazdığı yüzüne...

15 Aralık 2014 Pazartesi

Şemsiye 38 ( Uçan Ballı Kurabiye )

  Hiç bu kadar sessizliğin içinde kaybolmamıştı. Damarlarında hareket  eden  kanın sesini duyabiliyordu sanki...  Gecenin karanlığından aydınlığına kadar yürümüştü. Sabaha ise bir simit  ve demli bir çay ile merhaba demişti. Ardından mavi halılarla döşeli bir yere girmişti. Sırtını sıcak bir yere dayamış gökyüzünün sadece bir  kısmı gözüken  pencereye odaklanmıştı. Düşünüyordu. Ne olacaktı bu şekilde?  Daha  ödemesi gereken bedel var mıydı? İlkokulda yüzüne  top atan çocuğun adı neydi?  Bu perşembe  ıspanaklı börek  mi yapsaydı ya da? Hayat onu nereye  sürüklüyordu? Ne kadar soru varsa beynine hücum ediyordu. Başı çatlayacak gibiydi. Bugün hiç olmadığı kadar yalnızdı. Ve yine yeniden kırgın... Ama suçlu  belliydi; "kendisi". Hayır demeyi ne zaman öğrenecekti ki? Horozlar ötüyordu. Zaman bugün hiç geçmiyordu sanki. Bu şehre ilk  kez bu kadar yakından bakıyordu. Köyden  şehre yeni gelen bir yeni yetme gibiydi bu semt. Daha önce hiç ballı kurabiye yemiş miydi? Hayır. Yemek de istemezdi çünkü  o tuzlu severdi.  Ama kimse bir  şeyleri onun kadar sevemezdi. Sevdim mi tam severdi. Nasıl desem hani bir çocuk  gibi. Hiç de büyümeyecekti zaten. Yüzü gibi  kalbi de minyondu. Göstermiyordu yaşını. Belki bir gülümsemelik ömrü kalmıştı. İnsan ne zaman öleceğini bilse böyle mi olurdu? Tanrı bunu bildirmedi.Bildirseydi şayet insanlar daha da acımasız olurlardı. Zaten çoğu bencil. Yani yaklaşık 5 milyar kadarı... Ölsek daha mı güzel olurdu? Aslında korkuyordu. Rabbisi merhametliydi ama o sınavlara pek çalışmazdı. Hayat sınavı  zaten başlı başına zordu... Bunlar kafasında bir ırmak gibi çağlarken birden yükselmeye başladı. Uçuyordu sonunda. Bir kuş olmuştu evet. Hep hayaliydi bulutlara dokunmak.  Mavide kaybolmak... Rüzgârı hissediyordu yüzünde. Sevinçten gökte taklalar atıyor, manevralar yapıyordu. 
  Tam en havalı  hareketi yapmak üzereydi ki bir sesle irkildi. Başını kaldırdığında tüm sınıf ona bakıyordu. Rüyasında ne yapmıştı acaba? Düşünmek bile istemedi. Hoca başında dikilmiş; "uçmak güzel şey" diyordu. Yanakları kızarmış özür diliyordu. Sonradan arkadaşından öğrendiğine göre ballı kurabiye diye sayıklamıştı uykusunda. Halbuki rüyasında da belirtmişti sevmediğini. Buna rağmen adı ballı kurabiye kalmıştı o günden sonra. "Uçan Ballı Kurabiye!"

Hıı bir de 90lara gidelim biraz da :) :

3 Aralık 2014 Çarşamba

Şemsiye 37 ( İkindi Uykusu )

   "Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah'a sığınırım!” 
    Bediüzzaman  Said Nursî

 Yaklaşık 1.5 yıldır bu düstur üzere yaşıyorum. Karl Marx nasıl din afyondur diyorsa  ben de siyasetin afyon olduğunu, insanların beyinlerini uyuşturduğunu düşünüyorum.  İnsanlar siyasi liderlerini o kadar  yüceltiyorlar ki onun  hata yapamayacağını her daim iyi olduğuna inanıyorlar. Düşünmüyorlar akletmiyorlar. Hayır  bir insan  nasıl bu kadar  körü körüne bağlanır anlayamıyorum. En yakın dostlar sırf siyasi görüş ayrılıkları yüzünden  kanlı bıçaklı oluyorlar şayet birbirlerine saygıları yoksa.
Bir diğer  mesele  ise muhalefet. Muhalefetin  yapması  gereken çirkeflik değil hataları  bulmak bunları düzeltmektir. Gördüğüm  ise gürültü  patırtının ortasında hakaret  nidaları. Haberleri  de izlemiyorum  bu yüzden. Başımı ağrıtıyor çünkü. Çünkü  moralimi bozuyor. Her kanal kendi görüşüne göre yansıtıyor birbirlerini kötülüyorlar.
Siyasete  karşı mıyım? Tabi ki  hayır. Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir devlet başkanıydı. Medine Şehir Devleti. Mekke'nin  fethi sonrası müşrikler perişan  olduklarını düşünürken Peygamberimiz  onlara güvende olacaklarının teminatını vermiştir. Biraz siyer veya İslam tarihi okumuş iseniz müşriklerin eziyetlerini bilirsiniz. Tüm bunlara rağmen onları affetmiş bir başkandır Hz. Muhammed. Nasıl  devlet başkanı olunur Peygamberimiz  bunu bize bizzat gösteriyor. Şimdi  ile kıyaslıyorum da  başa gelenler karşıt görüştekileri bu kadar  merhametle kucaklamazlardı.  Ne zaman ki bu nitelikte  bir devlet başkanı gelir o zaman siyasete sıcak bakarım. Öbür  türlüsü güç.
 Çok da İslami düşünmeyen topluluğu bir kenara bırakırsak mümin olarak yaşadığını iddia edenler birbirlerini tekfir etmekle meşguller. Yahu siz kardeştiniz hani?  Hani birliktiniz? Bilmem ne parti oy veren kafir de siz en hakiki Müslümansınız. Bunca kaosun içinde birlik olmak varken bu şekilde ayrılın sevgili  desinler  diye yaşayan kardeşlerim. Çok ilgilisiniz ya siyesetle. Mısır, Filistin sizden soruluyor ya. Hani neredesiniz şimdi? Râbia nidalarınız nerede? Bir hocam şöyle demişti geçen yıl Mısır olayları patlak verince: "Slagonla aldatmaktır Râbia; görselle uyutmak. Bu dinin sekülerleşmesidir." Daha güzel anlatılamazdı da. Bir takım aksesuarlar satılıyor Râbia işaretleri ile bezeli. Bunlardan kazanılan parayla öldürülüyor Müslümanlar. Müslümanı Müslümanın parasıyla öldürmek. İsrail de Amerika da bunu yıllardır yapıyor. Ben tam bunları düşünürken bugün derste, Müslümanları bir kimyasal atık olarak gördüklerini kendi ülkelerinde dahi öldürmediklerini, ellerini bile sürmeden bizi bize öldürttüklerini söyledi hocamız. Ne kadar aciz bir durum. Biz de hâlâ aldığımız afyonla uyuyalım. İyi uykular sevgili Müminler!

22 Kasım 2014 Cumartesi

Şemsiye 36 ( Mimi ile Bir Dünya Masalı II )

   …Ve işte üniversiteyi kazanmıştım. Makine Mühendisliği. Başlarda iyiydi her şey. Bir gün durdum ve düşündüm. Makineler bana göre değildi. Duygusuzdular bir kere. Hepsi metal yığını. Özlenecek bir kokuları bile yok. Ve soğuklar. Çok soğuk... İşte canım Mimi'm o gün döndüm üniversitenin kapısından. Ardımı döndüm geleceğime ve yürüdüm başka zor günlere... Henüz 21 yaşındaydım... 
  
 -Kitapların içinde yaşıyorsun. Büyü artık büyü ve gör. Dünya çok kirli. Gerçek hayat senin dünyan gibi değil. Gerçek hayat çok acımasız… Bu yüzden imkânsız boş hayaller kurma. Bu yüzden ağlama artık. Ben senin kitabının kahramanı olamam... Anla!

   İzlediğim filmde adam kıza böyle söylüyordu. Asıl böyle adamlar acımasız değil mi Mimi’m? Bence öyle. Halbuki sen bana gelseydin ben sana böyle davranmazdım hiç. Sarıp sarmalardım. Hayatın da kitaplarından da kötü kahramanlarından korurdum. Ama sen gelmedin. Benim yapayalnız yaşamaya ittin. Olsun ben seni uzaklardan da severim…   Makineler ruhsuz demiştim ya kendime hep ruhu olan bir iş aradım. Tabanlarım şişene kadar dolaştım şehrin sokaklarında. Yolum Beyazıt’a düştü en sonunda. Sahaflar Çarşısı’na. Beyazıt Camii’nin hemen sol tarafındaki taşlık araziyle Kapalıçarşı’ya açılan Sedefçiler Kapısı arasında.  İnsanlar beni hiç anlamadı Mimi. Belki kitaplar anlar diye nerdeyse tüm esnafa yalvardım beni işe almaları için. Çoğu ihtiyaçları olmadığını zaten kendi yağlarında kavrulduklarını söyledi. Bazıları konuşmama dahi izin vermedi. Nerdeyse ümidi kesiyordum ki son bir dükkana daha girdim. Mehmet Amca’nın dükkanı. Uzun boylu kır saçlı beyaz bıyıklı sevecen bir adamdı Mehmet Amca. Altmışını geçmişti belliydi. Zorlanıyordu yürümekte. Sonradan öğrendiğime göre rahatsızmış belinden. İşten güçte fırsat bulamamış bir türlü doktora gitmeye.“Çay içer misin delikanlı?” diye sordu içeri girer girmez.“Yok, amca teşekkür ederim”“Olur mu öyle şey. Bu dükkana giren çayımı içmeden gidemez. Hele geç otur şuraya. Ali, oğlum iki çay getir benim dükkana.”Ne kadar ısrar ettiysem de zorla içirdi o çayı.“Ee evlat anlat bakalım hangi rüzgar attı seni buralara? Aradığın bir kitap mı var?”“Şey aslında kitap almak için gelmedim iş arıyorum ben. Çok fazla işe girip çıktım ama hiçbirinde mutlu olamadım. Belki kitaplar dedim çare olur derdime.”“Elbet olur. Ben elli yıldır yapıyorum bu işi. Sen yaşlarda başlamıştım. Malum yaşım artık kemale erdi. Güvenecek insan bulmak çok zor. Kendi çocuklarım gelsin baksın dükkana desem hepsi başka başka şehirlerde kendi işlerini kurdular. Bir ben bir de hanım kaldık. Eğer gerçekten yapabileceksen bu işi yarın gel başla. Kitaplar narindir evlat. Kitaplar kız gibidir. İncitmeye gelmez. Okunmak isterler, bilinmek, sevilmek. Şefkat isterler küçük bir kız çocuğu gibi. Raflarda tozlanmaya gelemezler.”“Çok iyi anlıyorum sizi. Elimden geldiğince yapmaya çalışırım. Yeter ki işe alın beni.”“Her şey iyi hoş ama olmadı öyle sizli bizli. Mehmet Amca de bana. Öyle der herkes. Bu çarşıda öyle tanınırım. Senin adın neydi evlat?”“Samet benim adım.”Sadece Samet derler bana. Sade bir isim. Kendi halinde yalnız bir insan... Sahiden benim senden başka kimsem yok Mimi. Bir sen varsın taa yüreğimde… Dalıp gitmişken Mehmet Amca’nın o sevecen sesi ile kendime geldim.“Yarın erkenden gel başla Samet” diyordu. Sonra elini omzuma koydu. “Hoş geldin” dedi usulca…

İzlediğim filmde kadın cevap veriyordu adama:

- Ben de hatalar yaptım. Ama sen kadar değil. Ben bir kıvılcım çıkardım sen tüm gemileri yaktın. Sırf benim o küçük hatalarım sebebiyle. Yüzme bilmiyorum evet. Ama şu koca okyanusta senin yüzme bilmen de bir işe yaramaz.  Şimdi ikimiz de farklı odun parçalarına tutunmuş çok ayrı yerlere gidiyoruz.  Bir gün belki bir adada buluşuruz. Belki tekrar aşık oluruz.  Ama bu çok düşük bir ihtimal. Hayallerle yaşanmayacağını öğrendim.  Hiçbir şey kitaplardaki gibi değil. Ne aşklar ne kavuşmalar… Her şey çok daha zor, çok daha sahte. Bunu yaşadıkça öğrendim...
 Sen söyle Mimi; belkilerle aşk olur mu? 


13 Kasım 2014 Perşembe

Şemsiye 35 ( Bir Gün Belki )

Bir şiir yazmışım dört yıl önce, henüz toyken. Tövbekâr Karanlıklar diye de bir başlık koymuşum. Hayır yani  neden o kadar karamsarmışım ki? Adımın zifiRi olduğuna şaşmamalı. :) Yeni bir şehir, yeni yüzler yeni acılar manasına geliyormuş o zamanlar. Gidip geçmişe isterdim ki başımı okşayayım ağlama diyeyim geçecek. Tövbekâr oldum da ne demek sevmeye, sevilmeye. Daha okulda geçmedi mi konusu; "Sevmek sevilmek insani bir ihtiyaç fakat aslolan bu sevgiyi Hakk'a yöneltmek." Sabret bu zamana gelince anlayacaksın hayatın bu tarz şımarık çocuk ağlamalarını kabul etmediğini. Kalk ayağa ben! Kalk daha kaç yaşındasın? 19! Hayatının baharındasın... Korkma çocuk. Korkma ve yürü, koş hatta. İnsanlar hiç de merhametli değil çünkü şu zamanda.
Geçmişe gidip kendime telkinde bulunamasam da artık değişti fikriyatım. Bu hayat kabul etmiyor acıyı. Ayakta durmak için daha çok duaya daha çok ibadete daha çok harekete ihtiyaç var. Harekette bereket varmış. Öyle çekilip de yorganın altına ağlamakla olmuyor. Başını dik tutmayanın ayakları çamura saplanıyor. Biliyorum, bir gün her şey çok güzel olacak. İşte bu benim başucu sözüm.. 

Tövbekâr oldum artık!
Sevmeye, sevilmeye.
Yağmur damlaları gecemin sessizliğini bozarken...
Her geçen gün, bir iz bırakıp gidiyordu benliğimden…
İflas etmişti gözyaşlarım.
Sisler altındaydı yaslarım.
Her bütün kopmuş, yarımlar bana kalmıştı.
Hasımlarım daha sık uğrar olmuştu.
Bir yanım eksikti ve ben korkuyordum.
Ne kadar bedbahtsam o kadar yalnızdım işte.
Yağmur damlaları kulağıma serinlik fısıldarken...
Karanlıktaki tek siluet gölgemdi.
Işıksız duvarlarda türlü oyunlar oynuyordu bana.
Yılgınlıklarım çoğalıyor, kaybolanlarım uzaklaşıyordu.
Ve ben korkuyordum...
Günümün zülüfleri uzuyor,
Gecemin gözlerini kapatıyordu.
Alaca idi artık gece.
Daha heybetli, daha korkunç...
Bıkkındım bense…
Bir tarafım yorgundu İstanbul gibi.
Diğer tarafım ise küçük bir çocuktu oyun sanan yaşamı…
Hayretlerimi uçurdum eski bir uçurtma ile
Gayretlerimi azık yaptım da yedim açlıktan kıvranırken.
Gidişlerim dönüşlerimi de götürdü yanında
Bir başınaydım gözlerimi açtığımda.
Ne dönebiliyordum artık ne de gidebiliyor.
Oyunun sonu geliyordu.
Üvey oyuncaklardı sarıldığım.
Islanırken saçlarım küskün yağmurlarda,
Korkuyordum...


6 Kasım 2014 Perşembe

Şemsiye 34 ( Aş(k)ûre ) ^_^

Bu yazıyı yazmama sebep olan şey; çevremdeki arkadaşlarımın sosyal medya başta olmak üzere her fırsatta aşure aşkıyla haykırışlarını dile getirmeleridir. :)  
Onları sevin. Çünkü  hepsi  bir kase aşure ile delicesine mutlu olabilecek  kadar masum gençlerdir. Annelerinden uzakta  ne zaman  takvimler Muharrem'in 10'unu gösterse işte  o zaman bir hüzün çöker hepsine. Boyunlarını büküp "Acaba bize de bir tas aşure ikram eden olur mu?" diye iç geçirirler. Komşuları onları ne zaman fark edecektir ya da bir camii cemaati ne zaman avlusunda aşure ikramı yapacaktır? :( 
Hz. Nuh'tan bu zamana gelen o eşsiz lezzet. Zıtlıkların birbiri ile yakaldığı o mükemmel uyum. Tarçın nar taneleri ve fındığın yarattığı  görsel şölen... Aşure! Sevap pointleri toplamak artık çok kolay. Etrafınıza dikkatlice bakın mutlaka aşureye susamış bir kaç genç bulacaksınız.

Aşkla kalın :)

08Kasım
Dipnot:
İnsan  bir şeyi halis duygularla istemeye görsün. Gerçekleşiyor cidden. Okulun yan tarafındaki bir evde oturan teyze koymuş tencereyi kapıya yakaladığını davet ediyor. Bizi de görmüş bulundu. Gitti, yedik. O kadar samimiydi ki bizden çok dua etti bize. Allah razı olsun dedik. Kabul olsun sadakası. İyi ki hala böyle insanlar var :)

1 Kasım 2014 Cumartesi

Şemsiye 33 ( Doğadaki İnsan )

Tam olarak böyle bir karmaşanın içerisindeyim. Vize haftası geldi çattı yine :( 4. Sınıfın getirmiş olduğu bir bıkkınlık ve rahatlık var üzerimde. Bari dedim battaniyemin altında debelenmektense bir şeyler yazayım da vatana millete hayırlı bir insan olayım :) 
Bugün farklı bir konudan bahsetmek istiyorum.

Bilmem hiç denk geldiniz mi TRT Haber'de " Doğadaki İnsan" diye bir program var. Serdar  Kılıç tarafından hazırlanıp sunuluyor. Sırtında kocaman sırt çantası dağ bayır orman göl kenarı geziyor. Yemeğini iki taşın arasında yaktığı ateşte pişiriyor. Bazen çay bile demliyor. Öyle dokunaklı anlatıyor ki yaşadıklarını insan her şeyi bırakıp dağlara koşmak istiyor.( Evet şiir gibi bir sesi var hayran olmamak elde değil :) )  Şöyle tanımlıyor TRT programı;
"...Aradığı, binlerce yıllık geçmişimiz ile içimize işleyen duygular, gelenekler, öğretiler, hürmet, sevgi, vicdan, saygı ve birlikte yaratılan bir Anadolu kültürü…
Şehirde sıkışıp kaybettiğimiz, genlerimize işlenen onlarca bilgi ve duyguyu yeniden hatırlamak adına, Doğadaki İnsan."
Hani bir belgesel arşivi yapmak istiyorsanız işte bu program tam size göre.  Belki bir gün sadece izlemekle yetinmez yaşamaya karar verirsiniz. Yağmura dokunmaya, çimlere basmaya, toprağı hissetmeye ne vakit buluyoruz ne mekan. Betonlaştık giderek... Suni bir hayat bizimki. Bir kuzu sesi duymayalı kaç yıl oldu? Ya da temiz havayı ciğerlerinizi yakana kadar içinize çekmeyeli? Beş mi on mu? Daha çok belki de.  
Teknolojiden uzak olmak bir insanı bu kadar mutlu edebilir... Zihni oyalayan o şeylerden tamamen uzak. Serdar Kılıç bir kendiyle... Bir benliğiyle..
Bu programdan sonra aşık oldum ben unuttuğum toprağa... Ağaca... Ormana...
Daha yazacak çok şey var aslında... 
Ve işte uzun lafın kısası niteliğinde bir kaç fotoğraf. 
Hoşça kalın :)











29 Ekim 2014 Çarşamba

Şemsiye 32 ( Mimi ile Bir Dünya Masalı I )

Merhaba Mimi! Biliyorum yine mesajıma cevap vermeyeceksin. Olsun ben sabırlı biriyim. Beklerim, elbet biz de; sen ve ben minik evimizin balkonunda  salep içeceğiz. Bir sonbaharda yapraklar yakalayıp saçlarına takacağım ve de.  Biraz huysuz bir adamım biliyorum. Beni böyle sevemez misin? Nasıl ki ben seni tüm suskunluğuna rağmen seviyorum. Öyle işte tıpkı. Biliyor musun bir kuş aldım, muhabbet kuşu. Adını koymadım henüz sana sormak istedim önce. Sahi ne olsun? Rengi mi? Buz mavisi ve beyaz kaplı tüyleri. Biraz da bana benziyor sanki. Çok konuşuyor. Sabah erkenden kalkıyor. Kızıyorum falan ama bir ses oluyor eve. Sessizlik öyle kötü ki Mimi. Günler geçiyor tek kelime etmiyorum. Arada resimlerinle konuşuyorum. Bazen de bir şeyleri ocakta unutuyorum o zaman söyleniyorum kendi kendime. Onun dışında bir girdap gibi çekiyor sessizlik beni içine. Pek arkadaşım yok biliyorsun. Keşke sen olsaydın yanımda. Bu kadar yalnız olmazdım.  Ne zaman geleceksin? Çok uzun zaman geçti gidişinin ardından. Sen gittin ben kabuğuma çekildim. Çünkü annem de gitmişti geleceğim diye. Hiçbir zaman gelmedi. Meğer başka bir adama gitmiş bizi bırakıp. O gelmeyince babam kötü oldu. Sağlığını kaybediyordu giderek. Ben bir köşede bekliyordum. Elimden gelen bir şey yoktu. "Baba sen de gitmeyeceksin değil mi? " "Hayır süper kahraman, sensiz gidebilir miyim hiç? Hem gitsem bile kahramanlar yalnızlıktan korkmaz." Çok da durmadı bunun üzerine babam bir kaç yıl sonra yumdu gözlerini sonsuzluğa. Süper kahramandım korkamazdım. Hem koskoca adam olmuştum... Çalıştım çabaladım isyan ettim bazen, şükrettim ağladım . Ve işte üniversiteyi kazanmıştım. Makine Mühendisliği. Başlarda iyiydi her şey. Bir gün durdum ve düşündüm. Makineler bana göre değildi. Duygusuzdular bir kere. Hepsi metal yığını. Özlenecek bir kokuları bile yok. Ve soğuklar. Çok soğuk... İşte canım Mimi'm o gün döndüm üniversitenin kapısından. Ardımı döndüm geleceğime ve yürüdüm başka zor günlere... Henüz 21 yaşındaydım...

Devamı Gelecek. Beklemede kalın dostlar... :)

23 Ekim 2014 Perşembe

Şemsiye 31 ( Ne Yapılır Boş Bir Sayfayla? )


   Evet, tam olarak böyle bir dosya ile karşılaştım format attırdığım Tosh'u (bilgisayarım) açtığımda. O anki bakışlarımı görmeliydiniz bu sayfaya bakarken... Sadece C diskindekilerinin silineceğini düşünürken aslında bütün geçmişim silinmiş. Bilgisayarcı arayıp "Esra Hanım cihazınız tertemiz oldu gelip alabilirsiniz" dediğinde tertemiz kelimesi aslında bambaşka manalara geliyormuş. Anılarına sahip çıkamamış biri olarak tüm gün didinip durdum. Acaba geri getirebilir miyim o güzelim resimleri, müzikleri diye. Olmadı tabi. Hâlâ bir umut var fakat çok az. 
Bir anda yıllar geçip gitti gözümün önünden. Tek bir iz bırakmadan. Pişman oldum sonra neden daha çok yazmadım daha çok fotoğraf albümü oluşturmadım diye. Dokunabilirdim hem onlara, koklayabilirdim. Oysa şimdi bomboş kaldı ellerim. Makineleşmişiz meğer. Duygusuz sevgisiz bir makineye güvenmişiz. Sadakat beklemek de saçma zaten bir makineden. Ansızın sizi yarı yolda bırakabiliyorlar. Oysa bir defter öyle yapmazdı ya da kalın kapaklı bir fotoğraf albümü belki taş bir plak... 
   Ya da diyorum bu belki bana bir işaret. Yeni bir sayfa açmak için. Bir şeyleri kıyıp da silemezdim ben, tanıyorum kendimi. Ne bakıp da iç çekilecek bir resim, ne okunacak bir kaç satır ne de defalarca dinlenip ağlanacak bir müzik... Hiçbiri kalmamalıydı belki de yok olmalıydı birbir. "Al sana" dedi Tanrım. "Al bomboş bir sayfa. Artık daha dikkatli kullan. Karalama, yıpratma, kirletme..."


ZifiRi



https://www.youtube.com/watch?v=-dmzgc-1Vus


Bu şarkı da hayatıma giren herkese bir teşekkür mahiyetinde. "Teşekkürler, büyüyorum sizinle..."





10 Ekim 2014 Cuma

Şemsiye 30 ( Çöl Çiçeği )

Bir çocuk boğulur mu babasının göz yaşında?
O boğuldu! Kurtaran olmadı.
Peki ya işlemediği suçun günahını üstlenir mi?
O üstlendi.
Daha küçücükken, elma ağacına kurulu salıncakta sallanırken...
Kızın Bahardı adı. O zamanlar hep uçma hayli ile daha hızlı sallanırdı. Fakat olmadı, başaramadı. " Meğer benim kanatlarım kırıkmış" dedi en sonunda. "  Öfkelendi. Bir yanı ölesiye özlerken diğer yanı asla affetmeyecekti.  Belki de bu yüzden suskun bir çocuk olmuştu. Hala bile korkuyordu kalabalıklarda konuşmaya Bahar. Çünkü o tek bir kalabalığa; babasına karşı yenik düşmüştü. Duyguları kekeme cümleleri suskundu. 
Siz bilir misiniz babanın göz yaşında boğulmak ne demektir, bir bayram sabahı? O size sımsıkı sarılırken sizin taş kesilip kalmanız? Bahar bilir. Tam da o anda atılıp da babasının kollarına saatlerce ağlamak istedi.İnsanlar çok acımasızlar. babasının hatalarını yüklediler ona ve kardeşlerine. Çocuklar masum olur değil mi? Yetişkinler suçlarını yüklemezler onlara? Hayır, tam da burada yanılıyorsunuz işte. Çiğ süt emdiklerini unutuyorsunuz insanların.  Babalar çınar ağacı gibidir. Ailesini gölgesinde koruyup kollar. Ama Bahar bunca yıldır çöllerde. Adı Bahar olmasına rağmen bir çöl hayatı yaşamak... Belki de buydu asıl zor olan... 
Bahar; bir çöl çiçeği...
Tek isteği biraz gölgeydi..
( Bir bayram sabahına ithafen...)






Yazıyla pek alakalı değil belki ama olsun..

28 Eylül 2014 Pazar

Şemsiye 29 ( Anne. )

  Başlık koymakta ilk kez zorlanmadım. Her dilin en güzel kelimesi çünkü. Anne dedikten sonra başka kelimeler kalabalık yapıyor. Bu yüzden kısa ve içinde dünyalar barındıracak kadar derin bir kelime başlık olarak yeter de artar bile.

  Annelerimiz.
  Anneyi nasıl tarif edebilirim ki. Bazen kelimeler susar da bir fotoğraf anlatır ya her şeyi. Tam da öyle işte. Siyah beyaz bir fotoğraf. Baktıkça anneme sarılma isteği ile yanıp tutuşuyorum. Sanki o minik bebek de benmişim gibi. Hep anlatır annem sizi böyle büyüttüm diye. Aslında her şey bir kan pıhtısı iken başlıyor. Tüm vefa borcumuz... Of bile demeyin diye ilahi bir emirle uyarılmamıza rağmen; en çok kurduğumuz cümlelerden biri oluyor bu nedense. Anne olunca anlamak diye bir cümle var ya sıkça kullanılan. Peki ya erkek çocuklar? Onlar hiçbir zaman anlamayacaklar değil mi? Hep eksik bir şeyler kalacak. 
  İlla tarif etmeye çalışacaksam en belirgin özellikleridir merhametli olmaları. Kin tutmaz hiçbiri, küs kalamazlar. Rabbin Rahîm isminden en çok onlar nasiplenmişlerdir çünkü. Tüm bunlara rağmen duyuyoruz, annesine eziyet edeni döveni söveni hatta öldüreni. Anneye kalkan eller kurumalı! Ebu Leheb misali...
  Onlar her zaman öngörülüdürler.  Hava yağacak sıkı giyin diyorlarsa mesela mutlaka yağar. Islandığımızla kalırız. Komşunun çocuğu iyi değildir aslında. Bizde yetenek vardır ama ortaya çıkması için komşunun çocuğuna ihtiyacımız vardır. Hırs yapalım ki altın günlerinde bizimle övünebilsinler :) 
Bir de fedakarlık var annede beden bulan davranış. Bir insan nasıl kendinden bu kadar ödün verebilir ki? Evet anne olunca anlarım fakat şu an gerçekten aklım almıyor. 
Her Sakarya'ya dönüşümde gözyaşı döküyor annem ardımdan. Az kaldı diyorum. Sabır... Sabır annem. Gözyaşlarını sarıp sarmalayıp yoldaş ediniyorum.
  Bir şeyler elimizden kayıp gitmeden kıymetini bilelim. Sonra arayıp da bulamayız. Bulamayız ve pişman oluruz.Arayalım ya da kısa bir mesaj atalım mesela. "Seni çok seviyorum Anneciğim iyi ki varsın." Bu kadar basit mutlu etmek. Onun hakkını ödemek mümkün değil bari gönlü rahat etsin. 
Rabbim yokluklarını göstermesin... Yokluğunu görenlere de sabır versin...

En güzeli de hala birinin gözünde minicik bir kuzu olmanız. Bu düşünce güç veriyor insana.
                        Tıpkı böyle :)
                   Şu şiiri de hediye ederek tüm annelere;  yazıyı sonlandırayım. Hoşça kalın :)


22 Eylül 2014 Pazartesi

Şemsiye 28 ( Göç Mevsimi )

Tüm şiirler yazılmış sanki.  Yazılmış da bana tek bir mısra kalmamış.  Anlamsız ne kadar kelime varsa boğuluyorum içinde.  Manasızım. Manasızsın. Artık ile başlıyorum cümlelere, noktalarım kendi başına buyruk hoşçakal ile bitiriyor diyeceklerini. Hoşça kal 22 yaşım...  Çoğu şeye tutanamıyorum. Sanki Oğuz'un Tutunamayanlar kitabı bana yazılmış gibi. Kürk Mantolu Madonna benmişim,    Monna Rosa da öyle. 
Biliyorum yine kimse okumayacak bunları. Şemsiyem ve ben  başımızı alıp gideceğiz bir gün. Belki bir sonbaharda,  belki kara bir kışta. Bir dumanlı başım bir kitaplar ve acıklı şarkılar... İşte o zaman yadınıza düşeceğim değil mi? 
Çokça kez öldüm biliyor musunuz? Ne zaman hayal kursam en güzel yerinden vuruldum hayallerimin. Ölmek güzel şey. Vuslat sonuçta. Ne zaman düşünsem ölümü, bir martı kanatlanıyor deniz olmayan gözlerimden. Deniz olmayan yerlerde martı olur mu? 
"Küçüğüm... Ah aman aman küçüğüm, bu yol sana gidiyor..."
Ben de küçüktüm halbuki. Kimsenin yolu düşmedi bana. Hangi dağın patikasıydım ki bunca yalnız kaldım?
Bu yazıyı tüm patikalara bağışlıyorum. Tüm dağ yollarına... Hani bir kere de düşümde görmüştüm Yesrib'i. Dokunmuştum çöl masalına.Hurma dallarına bir sevda asıp da dönmüştüm o gece. Kimse bilmedi... Sahi neden anlattım ki şimdi bunu?  Kimin kime faydası var çoğu zaman...
Bu kez anladım.  Vefasızı beklemek karanlıkları koyulaştırıyormuş. Yıldızları söndürüyormuş. Uzun bir yola çıktım.  Başta yalnız değildim. Sonraları çıkarların çatıştığı bir yol ayrımında yapayalnız kaldım...
İşte tüm afili cümlelerimi orada kaybettim.  Susmayı seçtim. Susup gitmeyi...

zifiRi

17 Eylül 2014 Çarşamba

Şemsiye 27 ( Bir Aşk Nihâyesi )


- "Mektup yazamıyorum artık!" dedi Zeynep Ömer'e. " Sana aşk mektupları yazamıyorum eskisi gibi. Ne zaman alsam elime kâğıdı kalemi koca bir boşluk oluyor yüreğim. Hani bir kere sana demiştim ya bana mektup yazar mısın diye. 'Hayır' demiştin 'hayır yazamam sen benim değilsin çünkü. Sen uzaktasın, sen uzaklarınsın.'  Bir insan mektup  yazamıyorsa sevdiğine bir yerlerde yanlış giden bir şeyler var demektir. İncelmiş bir bağ, kopmak üzere bir sevda... Öyle derin derin de bakma bana . İçim gidiyor ela gözlerin har oluyor suretimde. "
Sustu Ömer, bakmakla yetindi. Diyecek çok şey vardı bir o kadar da hiçbir şey. -
Onlar  ne bir  Leyla ne de bir Mecnun'du. Onlardan olsa olsa Gülcan ile İbrahim olurdu. Hani şu Türkân Şoray ile Kadir İnanır'ın Dönüş Filmi'ndeki kahramanlar... Hani şu dramın dipte yaşandığı film. Sahi filmler ve şarkılar bazen neden bu kadar da gerçek. Sevdalar kimilerinin etine kemiğine işliyor, yavaş yavaş yok edip parçalıyor.  Mektup yazamaz, şiir okuyamaz, yaşayamaz hâle getiriyor. Teoman diyor ya hani " birlikte ama yalnız iki yabancı" Öyle işte.  Uyuşuk bir aşk. Sızıdan başka bir şey hissedilemeyen... Belki de mutsuzluklar da dahil aşka. Bilemiyorum...

En iyisi susup karanlığa karşı şu  şarkıyı dinlemek:



zifiRi



4 Ağustos 2014 Pazartesi

Şemsiye 26 (Şemsiye'den Selam Var )

      Esselam, ben Şemsiye. Bu zamana kadar hep içimi döktüm size kendimden bahsetmedim değil mi? Aslında hiçbir zaman asıl görevimi yerine getiremedim çünkü maddi bir kimliğim olmadı.  Ben sahibim Esra' nın hayalî bir yoldaşıyım. Dertlerinin sıkıntılarının  şemsiyesiyim bir nevi.  Esra ne zaman derde düşşe yağmura yakalanan ben oluyorum.  Bu yüzden adım yağmura yakalanan şemsiyeye çıktı ya zaten. Bildiğimiz yağmur olsa bir güneşe bakar fakat dert çile yağmuru öyle kolay kolay dinmek bilmiyor. Bazen çok fırtınalar birikiyor içimde. Baş etmeye çalışsam da çoğu zaman bu mümkün olmuyor. Bir şemsiye olmak zor bu yüzden. Alıp gitsem diyorum başımı eski bir ardiyede ölümü beklesem... Sonra vaz geçiyorum, utanıyorum bu fikirden. Sahibimi yarı yolda bırakamam. Bir günlük niyetiyle yola çıkmıştı benimle. Sadece içini dökmek istemişti. Bir dost niyetiyle bana tutybmak... Gün geçtikçe bambaşka bir hal aldı aramızdakiler. Kuvvetli bir bağ ile bağlanmıştık sanki  birbirimize. Her acının konusu farklı olsa da paylaşılanlar aynıydı. Kelimeler birdi, cümleler aynı şeyden bahsediyordu. Durup dinlemekti aslında benim yaptığım.  Sessizce Esra'nın kalbinin üzerinde durup onu dinlemek.  Genelde mevsim hüzündü oralarda. Hüzün şairin ekmeği imiş ya ondan belki yazdıklarının bunca hüzünlü olması...
       Velhasıl güzel aslında zifiri bir yağmurda şemsiye olmak.  Zoru severim.  Herkes ıslanabilir bahar yağmurlarında. Fakat önemli olan karda kıyamete şemsiye olabilmek... Her daim içimdekilere kulak verip beni dinlediğiniz için teşekkür ederim😊
Yağmurlarda şemsiyesiz kalıp yağmuru hissetmeniz temennisi ile.  Hoşça kalın.

     Yağmura Yakalanan Şemsiye☔

23 Temmuz 2014 Çarşamba

Şemsiye 25 ( İstek Seven Kipi )

Sevse beni, çok sevse.
Adımı andığında adım güzelleşse.
Sesimi sevse mesela, sesim güzelleşse.
Ben kendi acılarımı iyileştiremiyorum, gelse.
Gelse de acılarım dinse...
Geçmiş zaman yalnızıyım.
Geceye aşık bir yıldız, maviye hasret bir siyah...
Evet siyah bir yıldızım.
Kırmızıya düşer gölgem.
Gündüz olur saklanırım.
Şahlanırım yağmurlarda.
Tanısa beni açsa ellerini.
Bir yağmur duasında tam da düşsem dudağının kenarına.
Gülüşüne yoldaş, öpüşüne dost olsam.
Gelse alsa beni şu gurbetlikten.
Geçmiş zaman yorgunuyum.
Bassa bağrına, unutsam.
Uyuya kalsam dizinde ve bir şiir olsam.
Okusa beni.
Her mısrada keşfetse benliğimi.
Sevse beni.
Sevse sesimi.
Sevsek birbirimizi, güzelleşsek..

zifiRi

19 Temmuz 2014 Cumartesi

Şemsiye 24 ( Önce Dokun Yaralarıma )

“ Yaraya dokunmayan söz kaleme düşmüyor. ”
  Aylar önce böyle yazmışım defterimin bir kenarına. Yazmak, konuşmak için yara alması gerekiyor en derin yerinden insanın. Uzun süredir Şemsiye yazmıyordum. Belki de yaralarım yeterince olgunlaşmadığı içindir. Geçen yaz Mısır’dı derdimiz bu yaz Filistin, Doğu Türkistan. Bazı arkadaşlar sosyal medyada fotoğraf paylaşıp bir şeyler yazınca tepki koyduklarını düşünüyorlar. Ama sonuç ortada; elde var sıfır ve Müslümanlar ölüyor. İnsan o minik bedenleri görünce kanlar içinde; içi dayanmıyor. Diyorum ki birleşelim artık. Madem hayatımızın her yerinde sosyal medya var, neden orada birleşmiyoruz? Kaç milyon Müslümanız. Her dağın tepesinden biri bağırınca kim duyar sesimizi? Kaostan başka ne getirir?
      Herkeste bir hayat telaşı, herkeste bir koşturma. Kendimizden arta kalan zamanlarda üzülüyoruz olanlara. Biraz daha çaba, ne olur biraz daha dua…  Diyecek de pek bir şey yok aslında. Rabbim feraha kavuştursun tüm İslam alemini. Ebu Cehiller Lehebler akbabalar gibi dönüp durmasınlar üzerimizde. Daha ölmedik ama nefeslerimiz bitmek üzere… Yardım Ya Rabb. Kahharsın kahret onları. Rahmansın Rahimsin bizlere de merhamet et…

12 Haziran 2014 Perşembe

Şemsiye 23 ( Bir Mes'ûd Adam )

 Ellerin sadakasını verebilmek... Sanırım bir şeylerin ince noktasını yakalamak böyle bir şey oluyor. Sadaka sadece para vermekten ibaret değilmiş ki. Sadaka samimiyetmiş. Dün öğrendim Mesut Yazıcı'nın ellerinden dökülüp de ses olan işaretlerden. “İlla para gerekmez birilerine yardım etmek için. Ellerimin sadakasını böyle veriyorum ben de.”
Sınavlardan iyice bunalıp sabrın son noktasına geldiğimizde Mesut Yazıcı’nın İşaret Dili Semineri imdadımıza yetişti. Nefes almak gibi bir şeydi iki saat de olsa. Kişisel gelişim kitapları halt etmiş. Biz kanlı canlısını gördük. İnsan isteyince, ama çok isteyince oluyormuş. Bir şeyler olmuyorsa onları gerçekten istemiyoruz demek ki… Her şey bir hevesten ibaret olunca sonuç da yalnızca o hevesi alana kadar oluyor. “ İnsanların hiç yapmadığı bir şeyi yapmasam ben burada olmazdım” dedi. Bir şeyler yapmak. Hem de bu işi severek ve aşk ile yapmak. Hatalarla dalga geçebilmek... Bu işi yaparken de asla takdir övgü beklememek.  ( Mesut Yazıcı alkışlanmayı hiç sevmiyor gerçekten J ) Sadece yürek ile yapmak... Tek mesele bu…Arka planda kalmak yerine neden çevremizde baş rol biz olmuyoruz ki? Neden o sahneye çıkıp karşımızdaki kalabalığı adeta büyülemiyoruz? Cevap belli: Tembellik! Artık hareket vakti. Zaman geçiyor. Ömür bitiyor, artık silkelenme vakti...
Dün ki konferanstan öğrendiğim başka bir şey ise dişi ile tırnağı ile bir yerlere gelmiş insanları acımasızca eleştirebilen bunu yaparken bir güzel suçlayan zan altında bırakan insanlar da varmış. Kıskançlık mı bunun adı haset mi? Bilemiyorum... İşte böyle insanlara karşı tıkamak gerek kulakları. Asıl bunları umursamamak ve bir yola başladığında sonuna kadar gidebilmek gerek.
İşaret diline gelince, parmaklardan dökülüp de duyulan nota gördünüz mü siz hiç? Ben gördüm. Hissettim hatta. Yaşadım… Sağırlar müzik dinleyemezler mi ki? İşte kimsenin yapamadığı bir şeyi yapmak böyle bir şey… İşte Mesut Yazıcı’nın yaptığı. Amacım sürekli iltifatlar edip nefis kabartmak değil. Sadece şikayet etmek yerine harekete geçmek gerektiğini anlatmak. Hayallerin hayal olarak kalmaması. İnsanlığa bir şeyler katabilmek. Kimse senin saçınla kıyafetinle makyajınla ilgilenmiyor. Bir köre renk olabiliyor musun mesela? Bir yaşlıya yardım edebiliyor musun?
Sonuç olarak mutlu olmak için mutlu etmeliyiz birilerini. Engelli deyip bir engel daha koymak yerine bir vasıta olmalıyız göremeyen, duyamayan, konuşamayanlar için.  Ama geçici heves olmamalı. Rüyalarımıza girmeli gerekirse. Böyle çok isteyelim. Ellerimizin gözlerimizin dudaklarımızın sesimizin sadakasını da böyle verelim. Karşılıksız, yürekten…

Beni izlerken en çok etkileyen Mesut Yazıcı videosunu da paylaşmadan yazıyı bitirmek olmaz tabi;


8 Haziran 2014 Pazar

Şemsiye 22 ( Kan Damlar Kara )


            Umutlarımın kırıldığı yerden tekrar başlamak istiyorum!  Bir sevmek derdi düştüğünden beri en kör noktama, yolumu bulamıyorum. Önceden defalarca geçtiğim yollar şimdi ilk kez görmüşüm gibi. Telaşlıyım… Korkuyorum!
             Aşkın bam teli titriyor seni ilk gördüğüm o yerden geçerken. Başımı çeviriyorum, bakamıyorum. Sevdamı da alıp uzaklara gitmek istiyorum. Öyle uzaklara ki; kendim bile bulamayayım beni. Ahşap evler olsun, çınar ağaçları ve de. Resimlere bakamıyorum, mektup yazamıyorum. Ne zaman bir mektup okusam içinden sen çıkıyorsun. Bu kadar mı işledin hayatıma? 
Ne yağmurlar diniyor, ne gönül ağrılarım. En çok da geceleri şiddetleniyor. Her yer karanlık ve sadece yağmurun sesi çınlarken kulaklarımda... Sesini özlüyorum. Yağmur sesli adam derdim sana. Ne zaman yansa içim; sesin yağardı içime ve yeşerirdi umutlar. 
Şimdi adımı bile anmazsın biliyorum. Aynı gecede, aynı göğe bakarken ben acıklı türküler tutturmuşumdur, sen ise süslü hayallerinde kaybolmuşsundur. Kim bilir… Ben bilemem. Ben uzağım,  kışım, hazanım!  İşte Haziran’ı bilemez benim gibiler. Bu yüzden kan damlar kara…
Daha önce hiç yalnız değilmişim bu kadar; onu anladım gidince sen. Öncesinde alıştığım karanlıklar yoldaşmış meğerse bana. Sen gelince maviye doymuşum. Karanlıkları unutmuşum. Maviler tekrar siyaha döndüğünde ise… İşte o zaman vardım gerçeğin farkına. İşte asıl karşılaştım gerçek yalnızlıkla. İnsan içinden çıkıp bakınca kendine, öyle anlıyormuş… Ben seninleyken varamadım farkına.
Umutlarımın kırıldığı yerden tekrar başlamak istiyorum! Buna gücüm yok lakin yapmam gerek. Şimdi yapmazsam eğer bir daha asla yapamayacağım. Bir daha düştüğüm yerden kalkamayacağım. Bir daha Haziranlar böyle yağmurlu geçmeyecek çünkü.  Ben bir daha hayal kuramayacağım. Yalnızca hayallerden beslenirken...
       Yağmur sesli adam… Artık git ne olur. Git gözlerimden. Git ellerimden… Git, yoksa öleceğim…

zifiRi


Bu yazıyı yazarken defalarca kez başa sarıp dinledim bu şarkıyı. Nedendir bilinmez ayrı bir  hüzün katıyor...

31 Mayıs 2014 Cumartesi

Şemsiye 21 ( Vuslat )


   Güzel bir mayıs ayı… Bir kavuşmanın hikâyesi ve ilk kez tanışmanın tüm şehirle…

            Sabahın erken saatleriydi. Genç kız erkenden kalktı. Ne de çok beklemişti bu günü, ne kadar da hayal etmişti tam da böyle kalkıp ona gideceği saati… Alelacele çıktı dışarı. Bir saniye bile vakit kaybedemezdi. Sakarya daha yeni hazırlıyordu kendini aydınlığa. Esnaf yavaş yavaş açıyordu kepenklerini Çark Caddesi’nde ve bir güvercin uçuyordu yalnız başına. O da kuş olup uçmuş, bir çırpıda Adapazarı tren garına gelmişti… Biletini aldı. Trenin gelişini beklemeye koyuldu 5. Yolun önündeki bankta. Garları oldu olası severdi hep. Ayrılıkları değil de kavuşmaları canlandırırdı gözünde… Dalmışken böyle trenin sesi ile irkildi. Bir müddet bekledikten sonra cam kenarında bir yere oturdu.  Sapanca idi gideceği yer. Aylarca sevdiği adamın gelmesini beklemişti ve işte kavuşma vaktiydi şimdi. Sapanca’yı seçmişlerdi ki şahit olsun bir aşka. Mavi şahit olsun… Yeşil şahit olsun… Gökyüzü kucaklasın onları… Bir şiir düştü diline mırıldandı kendi kendine.

Sana geliyorum yalnızlıklardan
Yürüdükçe hicran gülüyor gibi
Yüreğimde dağlar yükseldi kardan
Vuslat, ağır ağır ölüyor gibi

Kısalan yolların uzadığını
Kulağıma fısıldıyor her diken
Mehtabına gömdüm hayal çağını
Senden geliyorum sana gelirken…

 Daha önce hiç gitmemişti Sapanca’ya. Yalnızca şehirlerarası yolculuklarda görüyordu yolun kenarına uzanmış gölü… Tren hareket etmeye başladı. Genç kız kalbine bastırdı tam da bu anda elleriyle. Heyecandan ölecekti sanki. Dayanmalıydı… Mithat Paşa, Arifiye, Uzunkum… Sapanca’ya varmak üzereydi. Heyecanı da aynı anda ivme kazanıyordu.
Saat sekizi yirmi geçiyordu. Güneş yükseliyordu… Ve işte sekiz yirmi iki; Ân itibari ile Sapanca, hemen sağ tarafında… İndi, bekledi henüz kimsecikler yoktu etrafta. Uzaklardan kim gelse o sanıyordu. Hemen ayağa kalkıyor, sonra o olmadığını anlayınca gerisin geriye oturuyordu. Birden yüzü aydınlandı, eli ayağına dolaştı, ne yapacağını bilemiyordu. Ne diyecekti? Merhaba mı? Hoş geldin mi? Sustu, hiçbir şey diyemedi. Ve O iyice yaklaşmıştı. Zaman dursun istedi o an. Yelkovanı tutmak istedi ki biraz daha izlesin onu uzaklardan gelirken kendisine doğru. “Selâmün aleyküm” dedi genç adam kadife gibi sesi ile. “Allah’ın selamı sana olsun güzel kız.” “Aleyküm selam” diye cevap verdi kız. Sesi titremişti, yanakları al aldı. İlk kez böyle bir şey yaşıyordu. “Yürüyelim mi?” diye sordu adam sağ tarafındaki Sapanca’yı göstererek. Olur, manasında başını salladı kız.
            Bir müddet sessizce Sapanca’ya doğru yürüdüler. Sessizliği genç kız böldü. “Bitti değil mi sonunda ? dedi. Bitti hasret…” “Evet, bir daha ayrılmamacasına… Sensizlik çok kötüydü. Buz tutmuştu sanki yüreğim. Üşüyordum ve ısıtmıyordu beni güneş…” Kaldırımlar kayıp gidiyordu ikisinin de ayaklarının altına. Genç kız huzuru bulmuştu sevdiği, beklediği, özlediği, adamın yanında. Onca acıya değmişti işte sonunda…
Hava oldukça güzeldi. Güneş parıldıyordu gölün üzerinde ve karşı tarafa bakıldığında insan yeşile doyuyordu. Sapanca’ya gelişi ilkti genç kızın ve çok daha iyi anlıyordu neden sevdiğinin burada buluşmak istediğini… Büyülenmişti… Gölün hemen kıyısında kayıklar vardı. Biraz ileride süt mısır satan satıcılar ve gördükleri çiftlere gül satmaya çalışan yaşlı teyzeler… Yanık tenli çocukların çıplak ayakla kendileri çalıp oynadıklarını da görmek mümkündü, kimseciklere aldırmadan… Biraz yürüyünce İzmir lokması satan bir tezgâh vardı. Bozuk bir yazıyla Arapçası da yazılmıştı. Adam gülümseyerek kıza “lokma yer misin?” diye sordu. Kız da aynı şekilde gülümseyerek “hem de nasıl” dedi. Genç kız vakit geçirdikçe heyecanı iyiden iyiye azalmıştı. Daha rahat konuşuyor, daha rahat kendini hasretini o yokken yaşadıklarını ifade ediyordu. Neden bilmiyordu sesi rahatlatıyordu genç adamın. İçine işliyordu sanki...
Sapanca’ya nazır bir banka oturdular. Martılar ötüşüyor, rüzgâr yüzlerine vuruyordu… Saatlerce konuştular. Göğe bakıp hayal kurdular… Bir türlü doyamıyorlardı birbirlerine… Zamanın nasıl geçtiğini anlamadılar bile. Sapanca yoldaş oluyordu onlara sarıp sarmalıyordu. Güneş bulutların ardına gizlenmiş, rüzgâr hızını arttırmıştı. Dalgalar kıyıyı aşıyor kaldırımları ıslatıyordu. Anladılar ki veda vakti geldi. Sapanca yalnızlığı istiyordu gün boyu yorulmuştu belli. Bir hüzün çöktü ikisine de. Kalktılar oturdukları yerden. Adam durdu birden. Kızın gözlerine baka kaldı. Bir şey çıkardı cebinden. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Usulca uzattı kıza elini. Bir kolye sallanıyordu parmak uçlarından. Kar tanesi şeklindeydi. “ Kış günlerinde tek yoldaşımdı” dedi… “Ona bakıp seni andım. Seni özledim. Tekrar ve tekrar sevdim. Hep bu anı bekledim. Gözlerinin yeşilinde kaybolmayı… Genç kız sevdiği adamın gözyaşlarını biriktiriyordu avuçlarında. Hiçbiri düşmemeliydi yere. Çamurlara bulanıp da kirlenmemeliydi. Ve o da dayanamamıştı bırakı vermişti yaşları boşluğa. Ağlamıştı. Rüzgâr vurdukça yanakları üşüyordu. Sapanca da ağlıyordu. Bir efsanenin meyvesiydi o… Bir dervişin kırılan gönlünün eseriydi. Susun, ağlamayın dercesine haykırıyordu sanki dalgalarıyla…
Genç kız ve genç adam yavaşça uzaklaştılar gölün kıyısından. Güneş batıyor ve Sapanca içine kapanıyordu… Kayıklarıyla, balıklarıyla, gün batımıyla, kuşlarıyla bir türkü tutturuyordu koca Sapanca…
Geldikleri yolu takip ederek geri döndüler. Sapanca geride kamıştı. O ağlıyordu, gökyüzü ağlıyordu. Yağmurlarla uğurluyordu iki sevdalıyı. Bir kavuşmaya ev sahipliği yapmıştı tüm alımıyla. İki aşığı ağırlamıştı esen rüzgârlarıyla. Sapanca yine kendine düşeni yapmıştı. Genç kız son kez ardına baktı. Artık soluğu burada alacaktı, kararlıydı.
Buruk bir tren yolculuğunun ardından vuslat hasrete dönüşmüştü birden. El salladılar birbirlerine. Kalabalığına karıştılar Sakarya’nın…

                                                                                                       
                                                                      




28 Mayıs 2014 Çarşamba

Şemsiye 20 ( Tarçın Kokusundaki Kuş )

Canım çok yanıyor. Düşünsem daha çok yanacak biliyorum dedi genç kız.

Genç adam cevap verdi: Sormam neden diye. Çünkü deşmek istemem. En azından burada... En azından şimdi… Belki bir gün, bir yerde elma çayı içersek sorabilirim.

Salep... Salep içmeyi severim. Çok severim hem de. Hani o tarçın kokusu, hani o tatlı sıcaklık... Belki bir deniz kenarında ahşap bir bankta anlatabilirim her şeyi. Kimsenin bilmediği yangınlar taşıyorum içimde. Anlatsam da sönmeyecek biliyorum. Teselli edilecek bir tarafı yok yaşadıklarımın. Hayat kısa, kuşlar uçuyor ya hani. Bir kuşun kanadına binip göğe yükselmeyi istiyorum. Şu acımasız insanlardan uzaklaşmak… Bir cami pervazına konduğumda işte o zaman anlatmak mümkün olabilir belki her şeyi... Beklersen beni o bankta. Beklersen her şey pahasına…

Gülümsedi adam. Ve bir kuş geldi genç kızın ayakucuna. Kaybolup gitti kanatları arasında…


zifiRi




25 Mayıs 2014 Pazar

Şemsiye 19 ( Bir Söğüt Sessizliği )

Biliyor musun Söğüt geçenlerde kâğıttan gemi yapmayı öğrendim. Kolaymış aslında. Yağmur yağsın, yüzdüreceğim gördüğüm ilk su birikintisinde. Mutlu olacağım böylece. Hep büyük şeylerle mutlu olunmaz ya. Yeter bu da bana. Sahi Söğüt, gölgende kimler mutlu oluyor senin? Seni en çok kim seviyor bu bahçede? Her kış yapraklarını özlüyorum mesela ben. Sınavdan sınava koştururken senin dallarının arasına sığınıyorum. Bir yıl sonra gideceğim. Beş yılın ardından son bulacak birlikte ettiğimiz bu içli sohbetler. Sonra başka birileri oturacak oturduğum şu banka. Beni unutma olur mu? Ben seni özleyeceğim. Seni niye sevdim biliyor musun? Çok mütevazısın. Dallarının her daim boynu bükük. Dua eder gibi. Ben de çok dua ettim sen misali Boynumu büktüm, gözlerimi kapattım yalvardım…
Gitmeyi düşündüm. Kaçmayı birilerinden. Sonra dedim " Gitmek kolay, peki ya sonrası?" Sonrası meçhul. Nasıl bir gelecek bekliyor beni bilemiyorum. İşte acizliğim capcanlı dikiliyor karşıma bu esnada.  Kaygılarım her daim var.  Anı yaşamak! En güzeli. Arkama yaslanmayalım belki. Tüm olumsuz düşünceleri geçmişi geleceği bir kenara atmayalım. Kulaklığımı takıp en sevdiğim ezgileri dinlemeliyim. Notalar beni tesiri altına alsın…
Daha çok yazmalı, daha çok okumalıyım. Bir yıl daha güzel günlerimiz olmalı seninle.  Gölgende ağlamak yerine gülmeliyim. Evet, bunu yapmalıyım.  Senin yerin ayrı fakat sığınacağım başka birini bulmalıyım. Sen daha iyi bilirsin. Bir nar ağacı mesela. Küçük dalları arasında büyük bir hayat. Ne dersin? 
Ah söğüt! Öyle suskun durma. Dedim ya senin yerin ayrı diye. Küsme bu yüzden bana. Seninle olgunlaştım ben biliyorsun. Elbette arada ziyaretine geleceğim. Sen de söz ver buraları bırakıp gitmeyeceksin asla. Geldiğimde seni bulacağım. Gelmem zaman alabilir ama. Kapıldığım rüzgârlarla başa çıkmam lazım önce. Geri geldiğimde yine gölgende oturup, gözlerimi kapatacağım. Ve gülümseyeceğim…

*Sakarya İlahiyat Fakültesi’ndeki Söğüt ile hasbihal ederken…


ZifiRi


18 Mayıs 2014 Pazar

Şemsiye 18 ( Menekşe Hüznü )

Ellerim kırmızı kalem lekesi.
Tıpkı çocukluğumdaki gibi.
Gözlerimde bir menekşe hüznü.
Zamanın uğramadığı tek yer gözler.
Ne zaman aynada baksam gözlerime, çocukluğuma varıyorum.
Akşam ezanından sonra eve koşturan, elleri kınalı, saçları örgülü minik kız çocuğunu görüyorum.
Sonra yüzüme kayıyor bakışlarım.
Saçlarıma...
Değişmiş.
Hayat telaşı sarıp sarmalamış.
Büyümüşüm evet.
Kaf dağına çıkabilirim artık.
Zümrüdü Anka ile tanışabilirim.
Uzak diyarlara bir başıma gidebilirim.
Bir başıma yalnız kalabilirim.
Havai fişek gösterisi izleyip bir teyzenin poşetlerini taşıyabilirim.
Kötü insanlarla başa çıkabilirim, evet.
Büyüdüm ya ben, uçabilirim.
Kozamdan çıkıp mavi bir kelebek olalı çok oldu.
Çok oldu göğe kanat çırpalı.
Günler geçti fakat ben ölmedim.
Yağmurlar yağdı üzerime, ıslandı kanatlarım.
Gidenler geri de gelmedi.
Ömür kelebek misali. Bir uçuş mesafesinde.
Bir gelincik çiçeği nezdinde.
Ömür diyorum.
Ömür bir göç nezdinde...

zifiRi



8 Mayıs 2014 Perşembe

Şemsiye 17 ( Yüreğimin Engelleri )


"Aslında Biz Siz'iz" dedi güzel çocuk. " İçinizden biriyiz. Hem nasıl ki kırmızı ile al aynı manaya geliyorsa kör ile görme engelli de aynı anlam. Bu yüzden rahat olun ben hiç üzülmüyorum çünkü kendimi tanıyorum, eksikliklerimi biliyorum."

Gözlerim dolu dolu dinlerken her hücrem birbirinden bağımsız binlerce çığlık atıyordu. Bir şeyler kopuyordu içimde. Kendi acizliğim yüzüme çarpılıyordu tokat gibi...Sonra işitme engelli bir genç kız çıktı sahneye,annesiyle. Hep gülüyordu. Özlemdi adı. Koca bir tebessümdü onun sesi. Harfleri işaretlerdi. İşaret dili kursunda ilk maviyi öğrendim. Çünkü onların hayatı mavi kadar ferah. Bizim bilmediğimiz çok güzel bir dünya. Tam yüreklerinde! Onların ne kulaklarında ağırlıklar ne de gözlerinde perde var. Gönül ile işitip gönül ile görüyorlar. Biz ise sadece bakıyoruz. Görmek nafile. Sadece bir takım sesler geliyor kulaklarımıza işitmiyoruz.Hayatın zorluğundan şikayet ediyoruz. Oysa Huzeyfe (yukarıdaki güzel cümleleri kuran güzel çocuk) diyor ki; "Nasıl yürürsem daha az düşeceğimi öğrendim en başta. Ve aileme yük olmamayı, kendi başıma yaşamayı."
Ben! Peki ben her gün kaç kere düşüyorum gönlümün merdivenlerinden? Neden şu koca güneşe rağmen her şey bu kadar karanlık? Yalnızım diye mi? Param yok, istediğim kıyafetler yok, yine sevdiğim yemek yapılmadı diye mi? Ya da her pazartesi erkenden okula/işe gitmek zorunda kaldığım için mi? Onlara yürekleri ile aydınlanıp parmakları ile görürken, ben gözlerime kulaklarıma tüm bedenime kısaca nankörlük ediyorum.Hiç düşündünüz mü bir köre rengi nasıl anlatabileceğinizi? Bir filmde izlemiştim çocuk kör bir kıza renkleri öğretiyordu. Evet, bunu yapıyordu. Beyaz diyordu pamuk veriyordu ellerine. Kırmızı diyordu sıcak bir taş.Hissediyordu sadece...Peki ya sessizliğin hüküm sürdüğü bir dünya nasıl? Sadece suretlerin olduğu...Bilmiyorum.Ama bildiğim öğrendiğim bir şey var. Her şeye rağmen insan bir şeyleri başarabilir. Yeter ki istesin yeter ki inansın. İnanç gerçekleştirmenin yarısı. Özlem'in gülümsediği, Huzeyfe'nin dediği gibi; Başkalarına aldırmayın. Siz kimseniz osunuz. Kendinizi bilin, kendinize inanın! 

zifiRi

6 Mayıs 2014 Salı

Şemsiye 16 ( Savruluş )

Bir dua yükselir semaya.
Avuçlarımdan gözyaşları akar.
Gözlerim yerde…
İncelediğim halının değil hayatın desenleridir aslında.
Bir bulutun içinde saklıdır hayaller.
Uzaklarda… Çok uzaklarda…
Ellerimi uzatırım, boşlukta salınır parmak uçlarım.
Tanımadığım binlerce ses var etrafta.
Korkuyorum…
Korkum kalemime yansıyor.
Yazamıyorum…
Cümlelerim darmadağın.
Bir parça yalnızlıktan alıyorum,
Biraz geçmişten, biraz gökyüzünden.
Özlüyorum.
Sayılı günler geçiyor…
Geçtikçe yeni günler ekleniyor günceme.
Oraya kilitliyorum geçen her günü.
Karanlık bir gece gibi dün.
Güneşler topluyorum ellerim yanıyor.
Rüzgârlar getiriyorum, yaşadıklarım uçuyor.
Kalan resimleri de yırtıp atıyorum.
Gönlüm yağmalanıyor.
Deprem sonrası kalan tek ekmek parçası gibi.
Gölgeler düşüyor peşime.
Saklanıyorum bir yağmur damlasının içine.
Kaçamıyorum…
Yakıcı bir soğuk giriyor Arş-ı Âlâ’da gönlümün yırtıklarına.
Üşüyorum…

zifiRi



26 Nisan 2014 Cumartesi

Şemsiye 15 (Susmayın Bayım!)


Ah çocuklar, bayım! Ne kadar da masumlar... Ölmesin onlar. Onlar ölürse insanlık ölür değil mi? Savaşlar! Savaşlar onlara göre değil. Açlık da. Minik bedenleri nasıl dayansın? Meleklerle yoldaşken oysa onlar. Bayım, çocuklar oynamalı dünyanın tüm oyunlarını. Hani dövüyorlar ya onları, eziyet ediyorlar. Bombalar yağdırıyorlar gökyüzünden. Şeker yağmalı bence. Ne yetim kalmalı, ne öksüz, ne evsiz. Çocukları sevmeyen kimseyi sevmez. Kendini bile. Hz. Peygamber’i torunu Hasan’ı öperken gören biri “Benim on çocuğum var onlardan birini bile öpmedim” dediğinde Resulullah’ın verdiği cevap manidardır. “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz!” Allah’ın rahmeti çocuklara bağlıyken dünya neden bu kadar kirli? Neden merhamet yoksunu milyonlarca insan var? Anlayamıyorum gerçekten. Evet, Bayım çocukları da alıp gidebileceğim başka bir dünya var mı acaba? Bulutları pamuk şekerden olsun mesela. Ağaçları çikolatadan. Sadece masal kitapları olsun ve iyi çizgi film kahramanları. Çocuklar çocuk gibi büyüdüklerinde insan olabilirler ancak. Eğer yetişkinlerin bile taşıyamayacağı yükleri yüklenirlerse, büyüdüklerinde acımasız olur onlar da.
Susmasanıza Bayım! Var değil mi böyle bir dünya? Hadi eğmeyin başınızı. Kaldırın ve bana gerçeklerden bahsedin. Hala biraz umudun olduğunu anlatın..

zifiRi



Şemsiye 85 ( Gökteki Sarı Balık 14)

YA TAHAMMÜL YA SEFER MUSTAFA KUTLU Tahammüllerimizle yaşıyoruz. Hayatımıza öyle yön veriyoruz. Tahammül etmediğimizde sefer kaçınılma...